28 Temmuz 2009 Salı

TROYA RÜZGARIN KENTİ


Yaşadığımız topraklarda, M.Ö.1200 yıllarında yaşanan ve on yıl süren Troya Savaşı, destanlaşarak iki ayrı isimle günümüze kadar geldi.

Destanlardan, İlyada'da, savaştan öncesi ve savaş anlatılıyordu. Odysseia'da ise savaşa katılmış bir komutanın eve dönüş hikayesi.

Savaş korkunç ve uzundu. Ölümlüler savaşıyordu fakat ölümsüzler (tanrılar) de savaşa dahildiler. Baş tanrı Zeus baştan sona iki destanın baş aktörüydü, diğer tanrılara da önemli roller verilmişti. Soykırımdan, dünyada ilk defa İlyada'da bahsedilmişti. Ünlü Akha komutanı Agamemnon, Troya'lılar ve yardım edenler için şöyle diyordu; - Bir tek kişi bile elimizden kaçamayacak, bir tek kişi bile ölüm çukurundan kurtulamayacak. Artlarında ne bir iz kalacak, ne de yas tutacak birileri.

Odyssa'daki eve dönüş hikayesi ise, zahmetli ve heyecanlıydı. Savaştan sonra kahraman Odysseus'un, memleketi İthaka'ya dönüşünü ve bu zorlu yolculukta yaşadıklarını anlatıyordu. İki destanda da, insanların doyumsuzluğu, tanrılarla ilişkileri, kendi zayıflıklarından yarattıkları korku ve endişelerin büyük öfkelere dönüşümü anlatılmaktaydı.

Olaylar, Çanakkale Boğazı girişine hakim bir tepe olan Hisarlık'ta kurulu Troya'da yaşanıyor ve oradan Ege'deki bütün adalara, Akdeniz'den Mısır'a kadar geniş bir coğrafyaya yayılıyordu. Savaş, yaklaşık on katmanlı Troya'da yapılmıştı. Ve hemen hemen 400 yıl kadar sonra Ege'li bir ozan olan Homeros ve torunları tarafından dillendirilerek günümüze kadar gelmişti.

Homeros, İzmir'de doğmuş, Sakız adasına yerleşerek orada yaşamıştı. Onun gezgin bir ozan olduğunu, okuma yazma bile bilmediğini hatta kör olduğunu söyleyenler oldu. Spekülasyonlar çok ve çeşitliydi. Troya'nın yeri bilinmiyordu. Bu gün, anlatılanların doğruluğu ve Troya'nın yeri tespit edildi. Troya evlerinde büyük erzak küpleri, duvarlarında ok ve mızrak uçları, savaşta öldükleri anlaşılan insan kemikleri bulundu.

Troya, denizciliğe elverişli zengin bir kentti, korunaklı bir limana sahipti. Sırtını dayamış olduğu topraklarda bol su kaynakları, gemiciliğe ve avlanmaya müsait bir doğa vardı. Limana gelen gemiler aylarca kalabiliyor, erzak ve su depoluyor, gemiciler her türlü ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlardı. Büyük antrepolara sahip olduğu sanılmaktaydı. Bütün bunlar Troya'ya ayrıcalık sağlıyor ve zenginlik katıyordu. Homeros'un kimliği, destanların yazılış şekilleri hep tartışma konularıydı. Ama bütün bunlar tartışılırken bir tarafta da yüzyıllar boyunca Atina'da Panathenaia Bayramında bu destanların okunması bir gelenek haline getirildi ve daima Troya olarak Çanakkale Boğazındaki Hisarlık tepesinin gösterilmesinden vazgeçilemedi. Anadolu topraklarının büyük uygarlıklara ev sahipliği yaptığı, batı kültürünün kökenini oluşturan Yunan tanrılarının da Anadolu'dan gittikleri hep birer gerçek olarak kabul gördü. İnsanlar büyük bir merakla aradılar Troya'yı.

İki destan, yüzyıllar boyunca elle yazıldılar, 1488 yılında ilk defa Floransa'da matbaada basıldılar, 16.yüzyılda da İngilizce ve Almanca çevirileri yapıldı. Ahmet Cevat Emre, Mavi Anadolucular yani Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı ve Sabahattin Eyüboğlu, Troya ile ilgilendiler ve ilk çevirileri dilimize kazandırdılar.

1785 Yılında Fransa iki arkeoloğunu Troya ile ilgili araştırma yapmakla görevlendirerek Çanakkale'ye gönderdi. Ama ilk doğru bilgiler Alman Franz Kauffer'den geldi. Bu yıllarda Çanakkale'de bulunan İngiltere konsolosu Calvert ailesi, yörede büyük araziler satın almış ve Troya ile ilgili kazılara başlamışlardı. Ama Troya'yı, hayatının vazgeçilmezi yapmış birisi daha vardı; Heinrich Schliemann. Önce servetine servet katan Schliemann bir çok dili öğrenip Hisarlık'a geldi ve Calvertler'le çalışmaya başladı, günün birinde de onları bu çalışmaların dışında bıraktı. 1871 yılında Osmanlı Sarayından gerekli izinleri aldıktan sonra da çalışmaya başladı.

Schliemann yaklaşık 3200 yıl sonra Troya'daki hazineye ulaşmaya çalışıyordu ve bulduğu gün yanında çalışan bütün işçilere izin verip karısıyla çıkardı bulduklarını. Dünya, Schliemann'ın, Primaos'un hazinesi diye tanımladığı bu değerli takıları önce bayan Schliemann'ın üzerinde gördü, sonra da sergilendikleri müzelerde. Troya bulunmuştu. Çanakkale Boğazının girişinde Hisarlık tepesindeydi. Önemli yangınlar ve depremler geçirmiş tekrar tekrar inşa edilmiş, konumu itibariyle Ege adalarındaki halkların vazgeçilemezi olmuş, sonunda da yağmacı ve dövüşken Akha'ların hücumuna uğramış, yerle bir edilmiş ama günümüzde de hala gidilen araştırılan bir uygarlık, dünyaca okunan iki destana mekan ve konu olmuştu.

Amerikalı arkeolog Blegen'in katıldığı kazılar 1932/1938 yılları arasında yapılmış, ikinci dünya harbinde ara verilerek 1988 yılında yeniden başlanmıştı. 1995 yılı kazılarında bulunan "Luvi" yazılı bir tunç mühür, Troya'nın Hitit belgelerinde adı geçen Viluşa ile eşleştirildi ve Troya'nın Anadolu medeniyetlerinin bir parçası olduğu kanıtlanmış oldu. Son kazılar da Türk arkeologların yanı sıra Troya'ya gönül vermiş Amerika'lı arkeolog Korfmann'la yapılıyordu. Kendisini bir Türk olarak gören ve Osman adını alan Profesör Korffmann'ı ne yazık ki 2005 yılında kaybettik.

1996 yılında Bakanlar Kurulunca Milli Park ilan edilen Troya, 1998 yılında da UNESCO tarafından Dünya Kültür Listesine alındı.

Sophia Schliemann'ın üzerinde sergilenen Troya takılarının, Troya kralı Primaos'un hazinesine ait olmadıkları konusunda da uzun spekülasyonlar yaşandı. Objeler üzerinde yapılan incelemelerde o devre ait olmadıkları söylense de daha sonraları savaş yıllarına yaklaştığı da ifade edildi. Schlimann bulduklarını karısının özel takısıymış gibi göstererek, Osmanlı İmparatorluğuna 10.000, Müze-i Hümayuna 40.000 altın frank ödeme yapıp yurt dışına çıkarttı. 1877 yılında Londra'da daha sonra Berlin'de sergilendi Troya hazineleri ve 2.dünya savaşından sonra ortadan kayboldu. Yaklaşık elli yıl kadar sonra 1994 yılında Moskova'daki Puşkin Müzesinde ortaya çıkartılıp sergilenmye başlandılar. Schliemann yaklaşık iki yüz elli parça değerli obje bulmuştu. Bu parçalara ulaşamak için antik kente çok fazla zarar verdiği sonradan farkedildi ama iş işten geçmişti artık.

Çanakkale Boğazının girişindeki tepenin üstünde inşa edilen Troya, Kazdağları'nın (İda) rüzgarına açıktı ve zenginliğinin de bu rüzgarla geldiği söyleniyordu. Limana sığınan gemiler denize açılmak için günlerce rüzgarın dinmesini beklerken, şehre hareketlilik getiriyor, ekonomisine katkı sağlıyorlardı.

Kazdağları'ndan esen rüzgarlar, Edremit Körfezi'nden geçerek yine Hisarlık tepesindeki Troya'yı serinletiyor. Bu gün 3000 sene öncesinin yuvarlak karınlı gemileri yok ama dünyanın her yerinden gelen, geçmişe meraklı insanlar bu rüzgarla serinleyerek geziyor geçmişin görkemini. Ve, Ege'li gezgin ozan Homerosa ve Sakız Adasındaki okulun öğrencileri olan torunlarına dillendirdikleri bu destanları için minnet borçlular.

Yazı:Bilsen GÜRER
bilsengurer@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder