Hemen hepimiz büyük şehrin karmaşasından sıkılıyor, şikayet ediyoruz. Yorgun bedenimizi ve ruhumuzu , sakin bir kıyı kentine, küçük bir kasabaya , özlemini duyduğumuz bir köye atacağımız günlerin hayalini kuruyoruz.
Yaşadığımız bu mistik şehri çoğunlukla bir mega köy olarak algılıyoruz ama burada yaşamanın dayanılmaz çekiciliğinden de vazgeçemiyoruz. Nedir peki bizi böylesine çelişkide bırakan şey ? Bingöl'ün bir dağ köyünde doğdum ben ama çocukluğum, Göztepe'de Kuyubaşı'nda geçti.
Şu anda Marmara Üniversitesinin bulunduğu yer o zaman açık ,boş bir alandı. Bu boş alanın ilerisinde boydan boya büyük bir bahçe duvarı başlıyordu. İzleri hala mevcuttur. İçinde de, Sultan V. Murat'a ait muhteşem bir av köşkü bütün ihtişamıyla duruyordu. Şimdi Atatürk Fen Lisesi olan bahçede köşk muhtemelen ortalarda bir yerlerdeydi. Hatırlıyorum, bahçesinde Fikirtepe tarafına doğru yonca şeklinde birkaç tane havuzu vardı. Çocuk hafsalamın alamadığı bir şeydi bu havuzlar. Alttan birbirleriyle bağlantıları olduğu, birisine su konduğunda diğerlerinin de dolacağı söyleniyordu. Bu bileşik kaplar sistemini biz çocuklar kendi aramızda inanılmaz bir şey olarak düşünüyorduk. Ayrıca köşkün altında bulunan bodrum da ilgimizi çekiyordu. Gerçekten var mıydı, yoksa , hayalimizde mi canlandırıyorduk bilmiyorum ama, bodrumun, insanlara işkence yapmak için kullanılmış bir zindan olduğu, işkenceye ait zincirlerin hala orda bulunduğunu konuşuyorduk. Doğrumuydu ? Tam olarak hatırlamıyorum. Ama pencerelerinden görünen muhteşem süslemeler ve köşkün ihtişamı hala aklımdadır.
1925'li yıllarda Ziverbey Caddesi ile bahçe duvarı arasındaki bu boş alanda buğday ekilip tarım yapılıyormuş. Selimiye Kışlası'ndaki askerlerin de burada uzun yıllar atış talimi yaptıkları biliniyor. Zaman içinde bu boş alan, Üniversite ve SSK tarafından beton binalarla dolduruldu. Köşkün yerine önce Atatürk Eğitim Enstitüsü yapılmıştı daha sonraları aynı bina Atatürk Fen Lisesi olarak hizmet vermeye başladı. Bahçedeki muhteşem havuzlar betonla kapatılıp, üzerine çirkin, küçük, uydurma bir süs havuzu konuldu. Köşk talan edildi. Köşkten geriye hiçbir şey kalmadı.
Yol genişletme adıyla tarihi bahçe kapısı yok edildi ama bahçe duvarlarının büyük kısmı orijinal şekliyle devam etmektedir. Alt tarafında yapılan caddeye de saraydan dolayı "Sarayardı Cad. " adı verildi.
V. Murat, tarihimize damgasını vurmuş bir sultandı. 93 gün kadar süren kısa saltanatı ve sonrasında yaşananlar hala bugünü bile etkilemeye devam etmektedir. Şehzadeliği sırasında yaz aylarında bu köşkü kullanıyordu. Avlanmayı seviyor, köşkten atla veya arabayla Çamlıca'ya, Acıbadem'deki konaklara gidiyordu. Köşkün büyük bahçesinde geyikler, av hayvanları dolaşıyor, çevresindeki ıssız topraklar da da avlanma yapılabiliyordu. Sultan, kendisini destekleyen "Jön Türklerle" burada buluşuyor, memleketin geleceği üzerine karşılıklı fikir alışverişinde bulunuluyordu. Namık Kemal, Şinasi ve diğerleri Sultan ile bu köşk ve çevresinde o kadar çok görüşmüşlerdi ki, daha sonra memleketin her tarafından gelerek orda bir gecekondu bölgesi kuran ve ilk iş olarak köşkü yağmalayan halk, kurulan bu semte, karşılıklı yapılan fikir alışverişinden dolayı "Fikir Tepesi" adını koydu.
Ben bu yağmanın en hüzünlü tanıklarından birisiydim. O zaman tam olarak anlamasam da, yapının koruma altında bulundurulmamasına şaşıyordum. Daha sonraki yıllarda gündelik telaş içinde köşkü daha az görmeye başladık. Ama günün birinde baktık ki köşkün yerinde yeller esiyor. Bu muhteşem yapı ve çevresi betonlaşırken, bizler sadece seyirci kalmışız. Yaşım gereği orda yapılan yanlışın, yaşanan kaybın farkındayım. Büyük bir zenginlik içindeyken farkında olmadan kendimizi nasıl bir yoksulluğa mahküm etmiş olduğumuzu düşünüyorum. Köşk aynı ihtişamıyla bugün de Atatürk Fen Lisesi'nin yerinde olsaydı, lisede başka bir yerde yapılarak yine topluma aydın bireyler yetiştirmeye devam etseydi, ne kaybederdik ? Kazancımızın çok olacağına şüphem yok, kaybedilenlerin hesabını yapamıyoruz ne yazık ki!
Osmanlı'da, ahşap kullanılmasından dolayı tarihi dokunun daha kolay bittiği söylenmektedir. Mutlaka etkilemiştir ama kesin sebep değildir. Bu köşkün talan edildiğine ben şahit oldum. Geçmişimize merak ve ihtiyaç duymuyoruz. Toplum olarak böyle bir eksiğimiz var. Yasalar, halkın günlük alışkanlıkları, yaşam şekli, genelde hızlı ve çok kazanım üzerine kurulmuş. Hala tarihimizi anlaşılır bir dille okumuyoruz. Geçmişten ders alabilme gibi bir alışkanlığımız yok. Geçmişi, yaşanmış ve bitmiş olarak görüyor, el yordamıyla geleceğimizi bulmaya çalışıyoruz.
Kuyubaşı'ndaki av köşkü hızla ve inatla yok edildi. Devri, yönetimi sevip sevmemekle ilgili değildi bu yok ediş. Geleceğe yönelik birikimleri göremeyen yerel yönetimler korumayı sağlayamamış, bina işlevsel kullanıma sunulamayarak atıl bırakılmış, gelen halk gerekli sağduyuya sahip olmaktan uzak tutulmuştu. Yoksa, bu kadar büyük bir değeri böylesine hızlı bir şekilde yok etmek kolay olmamalıydı. Kaybeden İstanbul ve İstanbul'lular oldu. Aradan uzun seneler geçti. Köşkün çevresi şehirleşti, daracık Ziverbey Caddesi genişledi, buğday ekilen av alanları insana nefes aldıramaz bir hale getirildi. Bu insanı acıtan hüzünlü hikaye, sadece o yöreye ait değil. Ne yazık ki bu kentin her noktasında, hayatımızın her safhasında tekrarlanıyor. Taşı, toprağı altın olan şehir, altın arayıcılarının istilasına uğruyor. Yağmalanıyor, harap ediliyor ama şaşırtıcı bir şekilde de değer kazanıyor. Fakat, kaybettiklerinin yanında kazanımlar; lafı edilemeyecek kadar az. Bu değişim; bilinçli bir şekilde , tarihi doku zedelenmeden, tahribat önlenerek yapılsa, kazanımlar böyle sağlansaydı, İstanbul'un dünyanın en zengin kenti olması kaçınılmazdı. Ama öyle yapılmadı, tarumarlık da şehri yaşanılması zor bir hale getirdi. Şiddetle hissettiğimiz kaçış duygusu ile birlikte yaşadığımız vazgeçememezliğin izahı işte böyle basit örneklerde gizli.
İstanbul, bir padişahın hayranlığını kazanmış bir yerinde, en büyük gecekondu bölgesinin yaratılabileceği kadar talihsiz bir kent. Ama bunca hoyratlığa rağmen güzelliğinden ödün vermiyor. Böyle şaşırtıcı bir özelliği var bu şehrin.
Biz İstanbullular mı? Burada yaşama ayrıcalığına sahip şanslı insanlarız. Bu şansı, şanssızlık olarak değerlendirmekten vazgeçerek sahip olduklarımızı görmemiz gerekiyor. Sunuma hazır hale getirip İstanbul'lu olmanın tadına varmalıyız. Bizler de şehrin değer kazanmasına (yanlış şekilde olsa da) katkıda bulunduk. Ama yanlışlarımıza da devam ediyoruz. Geldiğimiz şehirler yerli yerinde duruyor. Onları burada yaşatmaya çalışmak yerine, kendi yerlerinde değer kazanmalarının sağlanması gerektiğine inanıyorum. İstanbul'da bir Bingöl'lü olmak yerine, İstanbul'da bir İstanbul'lu, Bingöl'de bir Bingöl'lü olmalıyım diye düşünüyorum. Bingöl'de doğduğum köyü çok seviyorum, ama İstanbul'da yaşamaktan da mutluyum. İstanbul'un kendi değerini koruyarak bir "Dünya Kültür Kenti " olacağına da inanıyorum. Fakat bunun için altın yumurtlayan tavuğun kesilmemesi, aksine uzun bir ömür yaşamasının sağlanması gerekiyor. "Gitmek istiyorum" feryatlarıyla yaşamak yerine, yaşadığımız alanlara sahip çıkmak her değeri kendi içinde geleceğe taşımak zorundayız.
İstanbul'u İstanbul'da, Ankara'yı Ankara'da değerli kılabildiğimiz sürece mutlu olabileceğiz. Bu kentte, sahip olduğumuz tarihi zenginliği kanıksamış ve onun dışında bir şeyler arar olmuşuz. Toplum olarak geçmişimizi önemsemek, geleceğimize yön verebilme becerisine sahip olmak zorundayız. Eserler böyle korunuyor. İstanbul gibi üç imparatorluğa ev sahipliği, Cumhuriyete tanıklık etmiş bir kent, bir ülke lokomotifi geleceğe böyle taşınabilir. Aksi halde, sürekli olarak kaybedilen tarihi ve doğal dokusuyla, çarpık kentleşmesiyle her gün biraz daha yoksullaşan, insanlarda kaçış duygusu yaratan bir şehir olacaktır. Tanrının yaratırken olabildiğince cömert davrandığı, paralelinde insanların katkıda bulunduğu bu şehirde ;"İstanbul'lu olmanın" dayanılmaz cazibesini yaşamanız, "şanslıyım, İstanbul'da yaşıyorum" diyebilmeniz dileğiyle.
Yazı : Bilsen GÜRER
bgurer@gmail.com
28 Temmuz 2009 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder