29 Temmuz 2009 Çarşamba

KARLIOVA, YÜKSEK OKUL VE FESTİVAL

Geçen yılın Temmuz ayında gitmiştim Karlıova’ya. Güneşin Doğuşu Festivali’ne katılmıştım. İlk defa gidiyordum. Ama yeterince gözlemleme olanağım oldu. En fazla ilgimi çeken şey, sürekli olarak kayan, yer değiştiren asfalt oldu. Dünya kuraklıktan kavruluyorken toprağın altında belki de gürül gürül akıp heder olan su kaynaklarını gözümde canlandırmaya çalıştım. Ve bu büyük zenginliğin üzerindeki yoksullukla derinden sarsıldım.

Karlıova, Bingöl’e bağlı bir ilçe. 1950’li yıllarda, buraya gelen Amerikalı bir grup, 3250 metre yüksekliğindeki Kale Tepe’den güneşin doğuşuna hayran kalmışlar. Hayranlıklarını da gizlememişler, aksine, bir örnekleme de yapmışlar. Demişler ki; günesin doğuşu en az Himalaya’lar kadar güzel... Karlıovalılar zamanla Himalaya’ların neresi olduğunu öğrenmişler, sahip oldukları zenginliğin farkına varmışlar, kolları sıvayıp bir hayli gecikmeli olsa ve şimdilik biraz yetersiz sayılsa da bu güzelliği turistik bir ürüne dönüştürmek için çalışmalara başlamışlar. Bir kaç yıldan bu yana yapılmakta olan “Karlıova Güneşin Doğuşu Festival’ini " gerçekleştirmişler.

Karlıova, turizm olanaklarına rağmen yoksulluk sıralamasında sondan altıncı

Önceleri Muş’a bağlı bir ilçeyken adı Bingöl olarak geçiyormuş bu uçsuz bucaksız ovaların.
1936 Yılında, Bingöl Muş’tan ayrılarak il olmuş fakat ilin merkezi Çapakçur olarak belirlenmiş. Önceleri Bingöl olarak geçen bu yöreye yeni bir isim aranmaya başlanmış. Kaymakamlık heyeti isim bulmak için toplandığında, o sırada evrak getiren posta eri konuya kulak misafiri olmuş. Özür dilemiş, ıkına sıkına konuşmaya başlamış. Dışarıda, beyaz örtünün altındaki uçsuz bucaksız ovayı gösterip “Karlıova” adının verilmesini istemiş.

Evet, uçsuz bucaksız ovaları var Karlıova’nın. Aralarda, meşe kaplı tepeler, dere yatakları, kanyonlar, termal su kaynakları ama en önemlisi de tarihte “Ab-ı hayat” olarak isimlendirilecek kadar güzel soğuk suları var.

Araçla gidecek olursanız yaklaşık dört saat sürecek bir yolculuk sonrasında bu geniş ovalarda, farkına bile varmadan 3250 metre yükselerek varılıyor Kale Tepe’ye. Güneşe yakın ve olabildiğince bakir olan bu tepede, bu müthiş doğuşu, başka bir dünyanın insanıymışsınız gibi bir duyguyla seyrediyorsunuz.

Büyük bir turistik zenginlik içindeki Karlıova, ne yazık ki yoksulluğun pençesinde kıvranıyor. Bingöl, ekonomik sıralamada, sondan altıncı. Karlıova, Bingöl’ün nüfus açısından şimdilik ikinci büyük ilçesi. Ama gelecek beş yıl içinde birinci olacaklarını düşünüyorlar, çünkü, az göç veriyor ve hızlı bir nüfus artışı var.

Okul mu konuşalım Turizm mi?

Karlıova’lılar, geçtiğimiz yıl İstanbul’da bir panel yaptılar. Kaymakam Mahmut Ağbal ve Belediye Başkanı Muzaffer Gölen’in de katıldığı ve Karlıova Derneği’nce düzenlenen panelin konusu, ilçeye yapılması istenilen Meslek Yüksek Okuluydu.

Konuşmacılar da dinleyiciler de okulla ilgili bir beklentiyle gelmişlerdi salona. Bingöl Üniversitesi, henüz rektör ve bina olmamasına rağmen umut veriyordu çilekeş Bingöl'lülere. Karlıova da bu üniversiteye bağlı bir yüksekokul istiyordu ilçeye. Bununla ilgili birkaç toplantı yapılmıştı daha önce. Şimdi, İstanbul’da yaşayan hemşerilerle konuşulacaktı. Konuşuldu da. Getirisi, gerekliliği, neler yapılması, hemen her şey konuşuldu. Salondakiler olabildiğince bilgilendirilmeye çalışıldı ama ben tam olarak hangi konuda bir yüksekokul istendiğini pek de anlayamadım. Arada hayvancılık, veterinerlik gibi açıklamalar geçti ama konuyla ilgili detaylı bilgiye zaman kalmadı. Çünkü bu okul panelinde bir yerden sonra turizm konuşulmaya başlandı. Salonda bulunanlardan rahatsızlık duyanlar, karşı çıkanlar oldu ama konu hep gelip turizmde, özellikle de Güneşin Doğuşu Festivalinde kenetlenip kaldı.

Turizm bu ülkenin can damarıdır, Karlıova’nın kalbi olmalıdır

Okul muhteşem bir fikir. Mutlaka olmalı. Ama neyle, nasıl? Böylesine yoksul ve çaresiz bir yerde nasıl yapılacak bu? Henüz, merkezde bir şeyler yapılamamış. Beklemek mi gerekiyor? Kesinlikle hayır, konuşulması, netleşen konuların bir bir gerçekleştirilmesi gerekiyor. Ama bunları konuşurken siz turizmi mesela festivali de konuşmak sorundasınız. İkisi etle tırnaktır birbirinden ayrılamıyor.

Geçen Temmuz ayı sonunda gittiğimi söylemiştim yazımın başında. Ben bitki bilimcisi değilim ama dünya susuzluktan çatlamış toprakların esiri olmuşken bu uçsuz bucaksız ovalarda en az on, on beş ayrı renkte çiçek gördüm. Bu nasıl bir zenginlikti ve nasıl bir hoyratça boşa harcamaydı açıkçası şaşırdım. Makul bir izahı olacağını da zannetmiyorum. Bir su zenginliği arasında yoksulluk ve çaresizliği bir yaşam şekli olarak almıştık bir kere. Kurtulamıyorduk, göremiyor, farkına varamıyorduk.
Karlıova’nın farklı bir jeolojik yapısı vardı. Buna uygun bir yerleşim yaratılmalı, bu değişik jeolojik yapının zenginlik yaratması sağlanmalıydı. Bitki bilimciliği, belki kuş gözlemciliği, belki kayak, belki Beritan Aşiretinin çileli yaşamından izler ve burada sayamadığım daha birçok alternatif turizm etkinlikleri, Karlıova için bulunmaz fırsatlara uzak olmayan birkaç seçenekten bazılarıydı. Güneşin Doğuşu da eklenince neler yapılmazdı ki turizm alanında. Ama öncelikle Karlıova’lıların bunu görmeleri, farkına varmaları gerçekten inanmaları gerekiyordu.

Hâlbuki o gün salonda Karlıova’dan gelen kaymakam beyi ve belediye başkanını dinlemeye gelenler sadece Karlıova’lı beylerdi. Mesela, salonda bayanlar yoktu. Onlar gereksiz görülüp çağrılmamışlardı veya onlar gereksiz görmüş ve gelmemişlerdi. Yani Karlıova, makûs talihini yenmeye henüz hazır değildi. Bir taraflarını eksik bırakıp başlamışlardı çalışmaya. Madem hayat birlikte yaşanacak, çaresizlik birlikte yenilecek, kadını geride tutmak niyeydi? Neden kadınlar da orda sorunları ve çözümleri birlikte dinlemiyorlardı? Bu da cevapsız bir soru ve hayatın anlamsız kalmış bir tarafıydı Karlıova için.

Sevgili Karlıova’lıların, bu aralar sık sık bir araya gelip akademisyenlerden veya konularında bilgi ve deneyimli uzmanlardan yardım aldıklarında iki konuyu bir arada incelemelerinde fayda olacağını düşünüyorum. Ellerindeki altın fırsatları iyi değerlendirmeleri gerekiyor. Okul yapacağız diye işin bu tarafını bir kenara bırakmamalılar, aksine iki konuyu da gündemde ve bir arada tutarak yenebilirler kötü talihlerini. Bir daha böyle fırsatlar yakalayamayabilirler. Sürekli deprem yaratan bu sulak ve verimli topraklar üzerinde öyle bir yaşam standardı yakalayabilmeliler ki geçmişin bütün acısını çıkartıp Karlıova’yı cazibe merkezi haline getirmek çok da ütobik değildir. Ama bunun için önce böyle toplantılara evlerinde, erkeklerinin yolunu bekleyen kadınlarını da dâhil etmeliler. Birlikte çözümü, bütün bireylerin birlikteliğiyle çözümü başarmalılar.

Yazı : Bilsen GÜRER
bgurer@gmail.com

28 Temmuz 2009 Salı

ERGUVANLAR ŞEHRİ İSTANBUL

Erguvanlar şehri İstanbul dememin çeşitli sebepleri var. Ama en önemlisi, çocukluğumdaki İstanbul'un gerçek bir erguvan cenneti olmasıydı galiba.

Güneşli bir sabahtı. Dilime dolanmış bir şiirle yürüyordum.
Damlardaki kar, saçaklardaki buz,
Kanı kaynayan suya dar geliyor.
Haberin var mı ?
Oluklardan akan suyun sesinde bahar geliyor

Çocukluk yıllarımdaki bu mısralar nerden geldi aklıma ? Kimin şiiriydi ? Hatırlamıyorum! Bu sabah esiri oldum bu dörtlüğün. Ama sebebini çözmekte gecikmedim. Bahar ! İstanbul'a bahar gelmişti, baharda İstanbul'un erguvanları çiçek açmıştı. İstanbul, erguvanlar ve bahar !

Erguvan ağaçlarının dallarında büyümüştüm. O ağaçların altında ne erguvan yağmurları yaratmıştım. Yıllar yılları kovalamış, ben dilime dolanmış şiirin şairini unutnuştum. Şimdi yine Boğaz'ın iki yakasında erguvanlar açmış, maviliğin yeşil kıyıları morarmış, pembeleşmiş erguvanileşmişti.

İstanbul, erguvanlar şehri İstanbul. Bir şehir ve bir ağaç bu kadar içiçe geçebilirmi ? Yüzyıllara meydan okuyan kent ve iki-üç hafta süreli çiçek saltanatını yaprağa dönüştüren erguvan ağacı. Kısacık süren çiçek devresinden adını alan ağacın İstanbul'la özdeşleşmiş tarihsel gerçekleri, büyülü hikayeleri vardı.

Akdeniz kökenli bir ağaç türü erguvan. Çok sert genelde mobilyacılıkta tercih ediliyor. İstanbul'la anılmasının ilk sebebi Bizans İmparatorluğu'na dayanıyor. Erguvan rengi, Bizans İmparatorlarının simgesi sayılıyordu.

Bizans'ta imparator ve soylular kendilerini "Erguvan kanlı" olarak kabul ediyorlardı. Halkın bu rengi kullanması yasaktı. İmparatorların erkek çocukları doğduklarında saraylardaki erguvan renkli odalara alınıyorlardı. Önemli günlerde erguvan renkli özel tören kıyafetleri giyiliyordu. İmparator ve imparatoriçe paha biçilemiyen mücevherleriyle tamamladıkları erguvan renkli giysileriyle katılıyorlardı törenlere. Arabalar, atların koşumları erguvan renginde kumaşlarla kaplanıyor, yine süslemelerinde saf altınlar değerli taşlar kullanılıyordu. Erguvan, mitolojideki yazılı bütün kitaplarda geçiyor, öykülerdeki kahramanlar hizmetçiler tarafından yıkanıp paklandıktan sonra vücutları saf yağlarla ovuluyor ve erguvan renkli giysi ve hırkalar giydiriliyordu.

Erguvan, dünyanın en eski yazılı eserlerinde geçiyor ama yirmi birinci yüzyıla girerken hala İstanbul ismiyle birlikte anılıyordu.

Hz. İsa'nın gerilmiş olduğu haçın erguvan ağacından yapıldığına inanılıyordu.Yine bir inanışa göre bu haça ait parçalar, İstanbul'da Çemberlitaş'ın altındaki bir şapelde üzerine konan bu devasa taş anıt ile koruma altına alınmıştı. Bir başka inanışta da Erguvan ağacıyla ilgili olarak şöyle bir hikaye naklediliyordu; İsa'nın havarilerinden Judas, İsa'yı ele vererek ölümüne sebep olduktan sonra duyduğu pişmanlık sebebiyle kendisini bu ağaca asar. Ağaç da duyduğu utançtan kızararak bu rengi alır. Ayrıca, İstanbul'un ilk kuruluşunun da bir erguvan mevsimine denk geldiği söylenmektedir.

Kadıköy'de (Kalkhedon) benim çocukluğumun geçtiği Göztepe, Feneryolu, Kuyubaşı'nın sokaklarındaki erguvan ağaçları bir bir beton binalara yenilip yokoldular. Ama şehirde hala erguvanlar var. Eğer iki yaka arasında deniz yolculuğu yapıyorsanız Boğaz'daki bu güzelliği seyre koyulun. Erguvani rengin ömrü kısa sürüyor. Benim yaşıma geldiğinizde, dilinize dolaşan bir şiirle mücadele etmeden bu şehrin güzelliklerini hala görüyor olmanız dileğiyle nice baharlara, nice erguvan şenliklerine.

Yazı: Bilsen GÜRER
bgurer@gmail.com

ÖĞRETMENİM ELLERİNİZDEN ÖPERİM

Her 24 Kasım Öğretmenler Günü kutlamalarında ince bir çizgide kalarak biraz kendimizi sorgulamamız gerektiği kanatindeyim.

Öğretmenim ellerinizden öperim. Bir 24 Kasım Öğretmenler Gününü daha kutluyoruz. Sizin de gününüz kutu olsun. Ben büyüdüm öğretmenim, hatta yaşlandım. Çocuklarım, çocuklarımın da öğretmenleri oldu, beni okuttuğunuz ilkokulda onlarda okudular. Onların da, saygıyla ve özlemle anacağı öğretmenleri var. Öğretmenim, biraz tereddütlüyüm. Gördüm, öğretmenler değişmişti. Size benzemiyorlardı. Sonra anladım ki toplum olarak onları hızla biz değiştiriyoruz. İstekle, inatla kültürsüz bir toplum olma yolunda ilerliyoruz.

Hala, öğrencilerini ısıtmak için soba yakarken tutuşup yanarak ölen ama öğrencilerini kurtaran öğretmenler var. Teröre meydan okuyup dağ köylerindeki çocuklarını eğitimden yoksun bırakmayan öğretmenler var. Yoksulluğa, az maşa, yüksek kiraya göğüs geren, okuyan, araştıran, okutup - eğiten öğretmenler var. Hikayelerini bilmediğimiz varolduklarını bildiğimiz öğretmenler var. Aslında bizim olan ama onlarınmış gibi görünen problemleriyle öğretmenler var. Ama azlar, onların sayısı az.

Şikayet ettiğim öğretmenler daha fazlalar, ne yazık ki onların fazlalaşmalarını da biz sağlıyoruz. Sevgili Öğretmenim , beni üzen husus, değişen öğrenci ve öğretmen ilişkileri. Bizim sade, masum ilişkilerimizi yaşayamıyorlar. Aralarına anneler, babalar ve bozulmuş insan ilişkileri giriyor. Ve dünyanın en güzel en muhteşem birlikteliği bozuluveriyor. Kırk elli kişilik sınıflarda, dünyanın en masum çocukları 24 Kasım günü öğretmenlerine hediyeler sunuyorlar. Hiç birisi o paketlerin içinde ne olduğunu bilmiyor, kendileri almıyorlar, çoğu, paket muhteviyatının ne olduğunu bilmiyor. İçindeki şeyin sınıfta ne aradığını açıklayamıyor. Ailelerin maddi güçleri, tarihte eşi görülmemiş Yeşil'lerle Mavi'lerin "At Meydanı'ndaki" yarışlarıyla eş değer bir yarış başlatıyor her 24 Kasım günü. Hipodrom yerine sınıflar, yarışçılar yerine de çocuklar var. Aileler, çocuklarını ve öğretmenlerini kendiliğinden oluşacak bir sevgi alanı yerine pahalı hediyelerle oluşmuş bir yarışın tarafları yapıyorlar.

Öğretmenim, artık o küçücük öğrenciniz değilim. Ama sizi hala aynı saygı ve sevgiyle anıyorum. Hala sizin öğrettiğiniz öz Türkçe ile konuşuyor kendimi akıcı bir dille ifade etmeye çalışıyorum. Yabancısı olduğum, anlamını bilmediğim diğer dillerden kelimeleri günlük hayatıma sokmamaya çalışıyorum. Bunu siz bana öğrettiniz. Doğru yaptığım her davranışta sizin katkınız var. Bana niçin bu kadar emek verdiniz? Ben hiçbir zaman size hediye vermedim, Okul yolu kenarında topladığım çiçekler haricinde. Şimdiki çocuklar isteseler de bulamıyorlar kır çiçeklerini ama zaten aradıkları da yok.

Öğretmenim, anlayacağınız çok şeyler değişti. Çocuklar yine (bizim çocuk olduğumuz gibi) aynı çocuklar. Ama hedef ve beklentiler farklı. Şikayetim buna. O sadelik, masumiyet, umut ve sevgi geri gelebilir mi? Anneler çocuklarıyla öğretmenleri arasından çekilirler mi? Bilmeliler ki minik yavruları kendilerinden sonraki en güvenli ellerde geleceğe şekillendiriliyorlardır. Onlara şekil veren eller, onlardan gelecek olan tencere ,tava, takı , kürk beklentisiyle değil, insan eğitmenin yüce onuruyla bu emeği vermektedirler. Geleceğe yön verecek olanların, kendileri olacağı bilinciyle yapmaktadırlar.

Sevgili Öğretmenim, bu hafta Öğretmenler Haftası. Bütün öğretmenlere kutlu olsun. Bütün öğrencilere de. Umarım bu günün öğrencileri yıllar sonra benim yaptığım gibi minnetle anarlar öğretmenlerini. Çünkü ben biraz şüpheliyim. Öğrencilerin , öğretmenlerini çok çabuk unutabileceklerini düşünüyorum. Hepsi sınav yarışında başarılı olmak için tutulmuş birkaç öğretmene sahip oluyorlar ve kafalarında onlara verilen para ile sınırlı zamanın iyi kullanılması problemiyle boğuşuyorlar. Bu kadar acımasız bir sistemin içindeki çocuklar, bizim çocukluğumuzdan farklı büyüyorlar ne yazık ki. Bizde, toplum olarak bu durumu kabullenmiş görünüyoruz. Kazanmak için canımızın bir parçası olan çocuklarımızı hayatın içine atarken onlara sevgi bağı kurmayı öğretmek yerine acımasız olmayı öğretiyoruz..

24 Kasım günü sevgili küçüğümüze aldığımız hediyeyi verip gönderiyoruz. Hiçbirimizin umurunda değil ,yanındaki arkadaşının çok sevdiği öğretmenine hediye almadığı için duyacağı eziklik. Bir çocuğun onurunu, mutluluğunu bir küçücük hediyeyle ondan alıp kendi çocuğumuza vererek çocuğumuzu muzaffer kıldığımızı zannediyoruz. Ama zaferimiz bu işte. Geldiğimiz nokta ! Sevgisiz, bencil, kendi kendisine yabancı olmuş bir toplum.

Sevgili öğretmenim. Bu hafta Öğretmenler Haftası. Öğretmenler yine haklarını almak , eğitimli bir toplumu yaratacak olanaklara kavuşmak için sokaklardaydılar. Biz ise paramızla alınmış hediyelerle günü geçiştirdik yine. Geleceğimize kenetlenmiş umutsuzluğa bir çentik daha ekleyiverdik. Beni affediniz. Büyüdüm ama biliyorum siz yine benim sızlanmalarımı hoşgörüyle karşılarsınız. Sevgiyle, ellerinizden öpüyorum.

Öğrenciniz.
Yazan :Bİlsen GÜRER
bgurer@gmail.com.

HOŞ GELDİN BAHAR

Ba sabah beni penceremin dibindeki ağaca kümelenmiş geveze bir kuş sürüsü uyandırdı. Aceleci, bir yerlere gideceklermiş de geç kalmışlar gibi bir halleri vardı.

Kondukları ağaç baştan ayağa çiçeğe bezenmişti. Kuşlar minicik vücutlarından taşan bir enerjiyle kanat çırpıyorlar ama tepelerindeki maviliğe uçmak yerine uyuyan tembeller için gürültü çıkartıyorlardı. Perdeyi kapatamadım. Baharı müjdeliyorlardı.

Bahar!...Neden insanda sebepsiz bir yaşam sevinci yaratıyordu ? Hava ılıktı. Dışarı çıktığımda insanların yüzlerindeki neşeyi görebiliyordum. Sorsam niçin neşeli göründüklerini, bir şey söyler miydiler ? Bana sorsaydılar ne derdim acaba? Elli küsur seneden beri her baharda aynı heyecanı yansıtmış mıydım ben de. Yoksa bu sevinçleri görüşüm, bu heyecanları hissedişim, baharlarımın azalmasından mıydı ? Bilmiyordum. Belki de, önceki baharlarda kendime bu tür sorular sormamış olmamdı tek farklılık. Düşünmemeli, tadını çıkartmalıydım. İlk veya son ne fark ederdi. Bahar gelmişti güzel olan buydu.

Meyve ağaçları çiçeklenmiş, yavuklularını bekleyen birer nazlı gelini andırıyorlardı. Diğer yeşil yapraklı ağaçlar kışın büründükleri renksiz hallerini korumaktaydılar. Onlar da dallarında patlamaya hazır yaprak tomurcuklarını yaratmışlar, belli ki baharın kendisine özgü telaşını yaşamışlardı ama renkliliğe katkı koyamamışlardı henüz. Yine, güzel olan nedir diye düşünmeye başladım. Sıcaklık güzeldi şüphesiz. Ama onun dışında uyanış, doğanın canlanışı güzeldi. Su toprağı , toprak bitkiyi canlandırıyor, güneş besliyor, birlikte yaşamı gerçekleştiriyorlardı. Heyecanlı olan, insanı mutlu kılan şey buydu. Müthiş bir mekanizma milyonlarca yıldan bu yana aynı sistemle çalışıyordu. Bahçenin kenarlarında maviş mineler, çocukluğumun balıbabaları, papatyalarını geçip gittim. Üsküdar'a gediğimde renk renk çuha çiçeklerinin yanı sıra lalelerle de karşılaşmak keyfime keyif kattı. Erguvanlar açmamıştı henüz fakat deniz daha mavi, güneş daha sıcaktı. Çok uzun yıllardan beri baharı başlatan cemreleri neredeyse unutmuştuk. Şubat ayında başlayan cemreler birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa düşüyor, baharın da ilk müjdecisi oluyorlardı. Ama günümüzde kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başlayan küresel ısınma, mevsim değişikliklerini körükledi, cemreler unutulup gitti.

Gecenin ve gündüzün eşitlendiği 21 Mart günü yapılan Nevruz kutlamaları ilkbaharın gelişini, toprağın uyanışını anlatmaktadır. Farsça'da "yenigün" anlamına gelen Nevruz, yeni bir mevsimin başlangıç gününü vurgulamakta ve binlerce yıldan beri geniş bir coğrafyada kutlanmaktadır.

Yunan mitolojisinde ise mevsimler Demeter ile belirlenmiştir. Demeter, bereket ve ekili topraklar tanrıçasıdır. Tanrılar tanrısı Zeus ile sevişmiş ve ak kollu Persephone'yi doğurmuştur. Yer altı tanrısı Hades ak kollu Persephone'ye aşık olup Zeus'la yaptığı gizli antlaşmayla ak kollu Persephone'yi yerin altına kaçırınca, Demeter çılgına dönmüş, ekinlerin yeşermesini engellemiş, kıtlık yaratmıştır. Daha sonra yerin altına inerek Hades'le anlaşmış ve Yunan mitolojisinde mevsimler oluşmuştur. Buna göre ak kollu Persephone yılın yarısını kocası Hades'le yerin altında geçirecektir. Tanrıça Demeter bu süre içinde mutsuzdur. Bu yarı yıl, kış ve sonbahar mevsimleri olarak adlandırılmıştır. Kalan yarı yılı ise ak kollu Persephone annesi tanrıça Demeter ile yerin üstünde geçirecektir. Demeter yaşadığı mutlulukla ekili topraklara bereket saçmakta ve bu zamanı ilkbahar ve yaz mevsimi olarak adlandırmaktaydı.

Yunan mitolojisi de diğer kültürlerde olduğu gibi bahara daha fazla yer vermiş ve keçi ayaklı, boynuzlu ve sakallı tanrı Pan'la da ilkbahar mevsimine gönderme yapmıştır. Pan kır tanrısıdır. En büyük özelliği de keyfine düşkün olmasıdır. Bütün gün kırlarda dolaşarak flüt çalmakta ve çobanları korumaktadır.

Artık baharlar birdenbire geliveriyor. Eskisinden farklılar biraz. Ama hala bahar mevsimi var. Zamanını şaşırıyor, erken veya geç gelebiliyor, bahar özelliğindeyken birden bire kışa dönebiliyor. Bu yüzden tabiatın uyanışında eskiye göre farklılıklar var. Ama ben bahar mutluluğunu yaşamaya hazırlanmış beklemedeyim. Bu mevsim hep ümitle beklenmeli, üretimle simgelenmeli, bereketle uğurlanmalıdır. Milyonlarca yıl sonrasında da bu bahar heyecanları yaşanmalıdır.

Bugün, beni geveze kuşlar uyandırdı. Miniciktiler. Bahar, küçücük cüsselerine inanılmaz bir enerji yüklemişti. Sanki avaz avaz bağırıp, toprak uyandı doğa canlandı diyorlardı. Ehh neden güzelliği yaşamayalım ki ? Ne diyelim ?- Hoş geldin Bahar. İyi ki geldin.

Yazı : Bilsen GÜRER
bgurer@gmail.com

İSTANBUL'DA YAŞAMAK

Hemen hepimiz büyük şehrin karmaşasından sıkılıyor, şikayet ediyoruz. Yorgun bedenimizi ve ruhumuzu , sakin bir kıyı kentine, küçük bir kasabaya , özlemini duyduğumuz bir köye atacağımız günlerin hayalini kuruyoruz.

Yaşadığımız bu mistik şehri çoğunlukla bir mega köy olarak algılıyoruz ama burada yaşamanın dayanılmaz çekiciliğinden de vazgeçemiyoruz. Nedir peki bizi böylesine çelişkide bırakan şey ? Bingöl'ün bir dağ köyünde doğdum ben ama çocukluğum, Göztepe'de Kuyubaşı'nda geçti.

Şu anda Marmara Üniversitesinin bulunduğu yer o zaman açık ,boş bir alandı. Bu boş alanın ilerisinde boydan boya büyük bir bahçe duvarı başlıyordu. İzleri hala mevcuttur. İçinde de, Sultan V. Murat'a ait muhteşem bir av köşkü bütün ihtişamıyla duruyordu. Şimdi Atatürk Fen Lisesi olan bahçede köşk muhtemelen ortalarda bir yerlerdeydi. Hatırlıyorum, bahçesinde Fikirtepe tarafına doğru yonca şeklinde birkaç tane havuzu vardı. Çocuk hafsalamın alamadığı bir şeydi bu havuzlar. Alttan birbirleriyle bağlantıları olduğu, birisine su konduğunda diğerlerinin de dolacağı söyleniyordu. Bu bileşik kaplar sistemini biz çocuklar kendi aramızda inanılmaz bir şey olarak düşünüyorduk. Ayrıca köşkün altında bulunan bodrum da ilgimizi çekiyordu. Gerçekten var mıydı, yoksa , hayalimizde mi canlandırıyorduk bilmiyorum ama, bodrumun, insanlara işkence yapmak için kullanılmış bir zindan olduğu, işkenceye ait zincirlerin hala orda bulunduğunu konuşuyorduk. Doğrumuydu ? Tam olarak hatırlamıyorum. Ama pencerelerinden görünen muhteşem süslemeler ve köşkün ihtişamı hala aklımdadır.

1925'li yıllarda Ziverbey Caddesi ile bahçe duvarı arasındaki bu boş alanda buğday ekilip tarım yapılıyormuş. Selimiye Kışlası'ndaki askerlerin de burada uzun yıllar atış talimi yaptıkları biliniyor. Zaman içinde bu boş alan, Üniversite ve SSK tarafından beton binalarla dolduruldu. Köşkün yerine önce Atatürk Eğitim Enstitüsü yapılmıştı daha sonraları aynı bina Atatürk Fen Lisesi olarak hizmet vermeye başladı. Bahçedeki muhteşem havuzlar betonla kapatılıp, üzerine çirkin, küçük, uydurma bir süs havuzu konuldu. Köşk talan edildi. Köşkten geriye hiçbir şey kalmadı.

Yol genişletme adıyla tarihi bahçe kapısı yok edildi ama bahçe duvarlarının büyük kısmı orijinal şekliyle devam etmektedir. Alt tarafında yapılan caddeye de saraydan dolayı "Sarayardı Cad. " adı verildi.

V. Murat, tarihimize damgasını vurmuş bir sultandı. 93 gün kadar süren kısa saltanatı ve sonrasında yaşananlar hala bugünü bile etkilemeye devam etmektedir. Şehzadeliği sırasında yaz aylarında bu köşkü kullanıyordu. Avlanmayı seviyor, köşkten atla veya arabayla Çamlıca'ya, Acıbadem'deki konaklara gidiyordu. Köşkün büyük bahçesinde geyikler, av hayvanları dolaşıyor, çevresindeki ıssız topraklar da da avlanma yapılabiliyordu. Sultan, kendisini destekleyen "Jön Türklerle" burada buluşuyor, memleketin geleceği üzerine karşılıklı fikir alışverişinde bulunuluyordu. Namık Kemal, Şinasi ve diğerleri Sultan ile bu köşk ve çevresinde o kadar çok görüşmüşlerdi ki, daha sonra memleketin her tarafından gelerek orda bir gecekondu bölgesi kuran ve ilk iş olarak köşkü yağmalayan halk, kurulan bu semte, karşılıklı yapılan fikir alışverişinden dolayı "Fikir Tepesi" adını koydu.

Ben bu yağmanın en hüzünlü tanıklarından birisiydim. O zaman tam olarak anlamasam da, yapının koruma altında bulundurulmamasına şaşıyordum. Daha sonraki yıllarda gündelik telaş içinde köşkü daha az görmeye başladık. Ama günün birinde baktık ki köşkün yerinde yeller esiyor. Bu muhteşem yapı ve çevresi betonlaşırken, bizler sadece seyirci kalmışız. Yaşım gereği orda yapılan yanlışın, yaşanan kaybın farkındayım. Büyük bir zenginlik içindeyken farkında olmadan kendimizi nasıl bir yoksulluğa mahküm etmiş olduğumuzu düşünüyorum. Köşk aynı ihtişamıyla bugün de Atatürk Fen Lisesi'nin yerinde olsaydı, lisede başka bir yerde yapılarak yine topluma aydın bireyler yetiştirmeye devam etseydi, ne kaybederdik ? Kazancımızın çok olacağına şüphem yok, kaybedilenlerin hesabını yapamıyoruz ne yazık ki!

Osmanlı'da, ahşap kullanılmasından dolayı tarihi dokunun daha kolay bittiği söylenmektedir. Mutlaka etkilemiştir ama kesin sebep değildir. Bu köşkün talan edildiğine ben şahit oldum. Geçmişimize merak ve ihtiyaç duymuyoruz. Toplum olarak böyle bir eksiğimiz var. Yasalar, halkın günlük alışkanlıkları, yaşam şekli, genelde hızlı ve çok kazanım üzerine kurulmuş. Hala tarihimizi anlaşılır bir dille okumuyoruz. Geçmişten ders alabilme gibi bir alışkanlığımız yok. Geçmişi, yaşanmış ve bitmiş olarak görüyor, el yordamıyla geleceğimizi bulmaya çalışıyoruz.

Kuyubaşı'ndaki av köşkü hızla ve inatla yok edildi. Devri, yönetimi sevip sevmemekle ilgili değildi bu yok ediş. Geleceğe yönelik birikimleri göremeyen yerel yönetimler korumayı sağlayamamış, bina işlevsel kullanıma sunulamayarak atıl bırakılmış, gelen halk gerekli sağduyuya sahip olmaktan uzak tutulmuştu. Yoksa, bu kadar büyük bir değeri böylesine hızlı bir şekilde yok etmek kolay olmamalıydı. Kaybeden İstanbul ve İstanbul'lular oldu. Aradan uzun seneler geçti. Köşkün çevresi şehirleşti, daracık Ziverbey Caddesi genişledi, buğday ekilen av alanları insana nefes aldıramaz bir hale getirildi. Bu insanı acıtan hüzünlü hikaye, sadece o yöreye ait değil. Ne yazık ki bu kentin her noktasında, hayatımızın her safhasında tekrarlanıyor. Taşı, toprağı altın olan şehir, altın arayıcılarının istilasına uğruyor. Yağmalanıyor, harap ediliyor ama şaşırtıcı bir şekilde de değer kazanıyor. Fakat, kaybettiklerinin yanında kazanımlar; lafı edilemeyecek kadar az. Bu değişim; bilinçli bir şekilde , tarihi doku zedelenmeden, tahribat önlenerek yapılsa, kazanımlar böyle sağlansaydı, İstanbul'un dünyanın en zengin kenti olması kaçınılmazdı. Ama öyle yapılmadı, tarumarlık da şehri yaşanılması zor bir hale getirdi. Şiddetle hissettiğimiz kaçış duygusu ile birlikte yaşadığımız vazgeçememezliğin izahı işte böyle basit örneklerde gizli.

İstanbul, bir padişahın hayranlığını kazanmış bir yerinde, en büyük gecekondu bölgesinin yaratılabileceği kadar talihsiz bir kent. Ama bunca hoyratlığa rağmen güzelliğinden ödün vermiyor. Böyle şaşırtıcı bir özelliği var bu şehrin.

Biz İstanbullular mı? Burada yaşama ayrıcalığına sahip şanslı insanlarız. Bu şansı, şanssızlık olarak değerlendirmekten vazgeçerek sahip olduklarımızı görmemiz gerekiyor. Sunuma hazır hale getirip İstanbul'lu olmanın tadına varmalıyız. Bizler de şehrin değer kazanmasına (yanlış şekilde olsa da) katkıda bulunduk. Ama yanlışlarımıza da devam ediyoruz. Geldiğimiz şehirler yerli yerinde duruyor. Onları burada yaşatmaya çalışmak yerine, kendi yerlerinde değer kazanmalarının sağlanması gerektiğine inanıyorum. İstanbul'da bir Bingöl'lü olmak yerine, İstanbul'da bir İstanbul'lu, Bingöl'de bir Bingöl'lü olmalıyım diye düşünüyorum. Bingöl'de doğduğum köyü çok seviyorum, ama İstanbul'da yaşamaktan da mutluyum. İstanbul'un kendi değerini koruyarak bir "Dünya Kültür Kenti " olacağına da inanıyorum. Fakat bunun için altın yumurtlayan tavuğun kesilmemesi, aksine uzun bir ömür yaşamasının sağlanması gerekiyor. "Gitmek istiyorum" feryatlarıyla yaşamak yerine, yaşadığımız alanlara sahip çıkmak her değeri kendi içinde geleceğe taşımak zorundayız.

İstanbul'u İstanbul'da, Ankara'yı Ankara'da değerli kılabildiğimiz sürece mutlu olabileceğiz. Bu kentte, sahip olduğumuz tarihi zenginliği kanıksamış ve onun dışında bir şeyler arar olmuşuz. Toplum olarak geçmişimizi önemsemek, geleceğimize yön verebilme becerisine sahip olmak zorundayız. Eserler böyle korunuyor. İstanbul gibi üç imparatorluğa ev sahipliği, Cumhuriyete tanıklık etmiş bir kent, bir ülke lokomotifi geleceğe böyle taşınabilir. Aksi halde, sürekli olarak kaybedilen tarihi ve doğal dokusuyla, çarpık kentleşmesiyle her gün biraz daha yoksullaşan, insanlarda kaçış duygusu yaratan bir şehir olacaktır. Tanrının yaratırken olabildiğince cömert davrandığı, paralelinde insanların katkıda bulunduğu bu şehirde ;"İstanbul'lu olmanın" dayanılmaz cazibesini yaşamanız, "şanslıyım, İstanbul'da yaşıyorum" diyebilmeniz dileğiyle.

Yazı : Bilsen GÜRER
bgurer@gmail.com

TROYA RÜZGARIN KENTİ


Yaşadığımız topraklarda, M.Ö.1200 yıllarında yaşanan ve on yıl süren Troya Savaşı, destanlaşarak iki ayrı isimle günümüze kadar geldi.

Destanlardan, İlyada'da, savaştan öncesi ve savaş anlatılıyordu. Odysseia'da ise savaşa katılmış bir komutanın eve dönüş hikayesi.

Savaş korkunç ve uzundu. Ölümlüler savaşıyordu fakat ölümsüzler (tanrılar) de savaşa dahildiler. Baş tanrı Zeus baştan sona iki destanın baş aktörüydü, diğer tanrılara da önemli roller verilmişti. Soykırımdan, dünyada ilk defa İlyada'da bahsedilmişti. Ünlü Akha komutanı Agamemnon, Troya'lılar ve yardım edenler için şöyle diyordu; - Bir tek kişi bile elimizden kaçamayacak, bir tek kişi bile ölüm çukurundan kurtulamayacak. Artlarında ne bir iz kalacak, ne de yas tutacak birileri.

Odyssa'daki eve dönüş hikayesi ise, zahmetli ve heyecanlıydı. Savaştan sonra kahraman Odysseus'un, memleketi İthaka'ya dönüşünü ve bu zorlu yolculukta yaşadıklarını anlatıyordu. İki destanda da, insanların doyumsuzluğu, tanrılarla ilişkileri, kendi zayıflıklarından yarattıkları korku ve endişelerin büyük öfkelere dönüşümü anlatılmaktaydı.

Olaylar, Çanakkale Boğazı girişine hakim bir tepe olan Hisarlık'ta kurulu Troya'da yaşanıyor ve oradan Ege'deki bütün adalara, Akdeniz'den Mısır'a kadar geniş bir coğrafyaya yayılıyordu. Savaş, yaklaşık on katmanlı Troya'da yapılmıştı. Ve hemen hemen 400 yıl kadar sonra Ege'li bir ozan olan Homeros ve torunları tarafından dillendirilerek günümüze kadar gelmişti.

Homeros, İzmir'de doğmuş, Sakız adasına yerleşerek orada yaşamıştı. Onun gezgin bir ozan olduğunu, okuma yazma bile bilmediğini hatta kör olduğunu söyleyenler oldu. Spekülasyonlar çok ve çeşitliydi. Troya'nın yeri bilinmiyordu. Bu gün, anlatılanların doğruluğu ve Troya'nın yeri tespit edildi. Troya evlerinde büyük erzak küpleri, duvarlarında ok ve mızrak uçları, savaşta öldükleri anlaşılan insan kemikleri bulundu.

Troya, denizciliğe elverişli zengin bir kentti, korunaklı bir limana sahipti. Sırtını dayamış olduğu topraklarda bol su kaynakları, gemiciliğe ve avlanmaya müsait bir doğa vardı. Limana gelen gemiler aylarca kalabiliyor, erzak ve su depoluyor, gemiciler her türlü ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlardı. Büyük antrepolara sahip olduğu sanılmaktaydı. Bütün bunlar Troya'ya ayrıcalık sağlıyor ve zenginlik katıyordu. Homeros'un kimliği, destanların yazılış şekilleri hep tartışma konularıydı. Ama bütün bunlar tartışılırken bir tarafta da yüzyıllar boyunca Atina'da Panathenaia Bayramında bu destanların okunması bir gelenek haline getirildi ve daima Troya olarak Çanakkale Boğazındaki Hisarlık tepesinin gösterilmesinden vazgeçilemedi. Anadolu topraklarının büyük uygarlıklara ev sahipliği yaptığı, batı kültürünün kökenini oluşturan Yunan tanrılarının da Anadolu'dan gittikleri hep birer gerçek olarak kabul gördü. İnsanlar büyük bir merakla aradılar Troya'yı.

İki destan, yüzyıllar boyunca elle yazıldılar, 1488 yılında ilk defa Floransa'da matbaada basıldılar, 16.yüzyılda da İngilizce ve Almanca çevirileri yapıldı. Ahmet Cevat Emre, Mavi Anadolucular yani Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı ve Sabahattin Eyüboğlu, Troya ile ilgilendiler ve ilk çevirileri dilimize kazandırdılar.

1785 Yılında Fransa iki arkeoloğunu Troya ile ilgili araştırma yapmakla görevlendirerek Çanakkale'ye gönderdi. Ama ilk doğru bilgiler Alman Franz Kauffer'den geldi. Bu yıllarda Çanakkale'de bulunan İngiltere konsolosu Calvert ailesi, yörede büyük araziler satın almış ve Troya ile ilgili kazılara başlamışlardı. Ama Troya'yı, hayatının vazgeçilmezi yapmış birisi daha vardı; Heinrich Schliemann. Önce servetine servet katan Schliemann bir çok dili öğrenip Hisarlık'a geldi ve Calvertler'le çalışmaya başladı, günün birinde de onları bu çalışmaların dışında bıraktı. 1871 yılında Osmanlı Sarayından gerekli izinleri aldıktan sonra da çalışmaya başladı.

Schliemann yaklaşık 3200 yıl sonra Troya'daki hazineye ulaşmaya çalışıyordu ve bulduğu gün yanında çalışan bütün işçilere izin verip karısıyla çıkardı bulduklarını. Dünya, Schliemann'ın, Primaos'un hazinesi diye tanımladığı bu değerli takıları önce bayan Schliemann'ın üzerinde gördü, sonra da sergilendikleri müzelerde. Troya bulunmuştu. Çanakkale Boğazının girişinde Hisarlık tepesindeydi. Önemli yangınlar ve depremler geçirmiş tekrar tekrar inşa edilmiş, konumu itibariyle Ege adalarındaki halkların vazgeçilemezi olmuş, sonunda da yağmacı ve dövüşken Akha'ların hücumuna uğramış, yerle bir edilmiş ama günümüzde de hala gidilen araştırılan bir uygarlık, dünyaca okunan iki destana mekan ve konu olmuştu.

Amerikalı arkeolog Blegen'in katıldığı kazılar 1932/1938 yılları arasında yapılmış, ikinci dünya harbinde ara verilerek 1988 yılında yeniden başlanmıştı. 1995 yılı kazılarında bulunan "Luvi" yazılı bir tunç mühür, Troya'nın Hitit belgelerinde adı geçen Viluşa ile eşleştirildi ve Troya'nın Anadolu medeniyetlerinin bir parçası olduğu kanıtlanmış oldu. Son kazılar da Türk arkeologların yanı sıra Troya'ya gönül vermiş Amerika'lı arkeolog Korfmann'la yapılıyordu. Kendisini bir Türk olarak gören ve Osman adını alan Profesör Korffmann'ı ne yazık ki 2005 yılında kaybettik.

1996 yılında Bakanlar Kurulunca Milli Park ilan edilen Troya, 1998 yılında da UNESCO tarafından Dünya Kültür Listesine alındı.

Sophia Schliemann'ın üzerinde sergilenen Troya takılarının, Troya kralı Primaos'un hazinesine ait olmadıkları konusunda da uzun spekülasyonlar yaşandı. Objeler üzerinde yapılan incelemelerde o devre ait olmadıkları söylense de daha sonraları savaş yıllarına yaklaştığı da ifade edildi. Schlimann bulduklarını karısının özel takısıymış gibi göstererek, Osmanlı İmparatorluğuna 10.000, Müze-i Hümayuna 40.000 altın frank ödeme yapıp yurt dışına çıkarttı. 1877 yılında Londra'da daha sonra Berlin'de sergilendi Troya hazineleri ve 2.dünya savaşından sonra ortadan kayboldu. Yaklaşık elli yıl kadar sonra 1994 yılında Moskova'daki Puşkin Müzesinde ortaya çıkartılıp sergilenmye başlandılar. Schliemann yaklaşık iki yüz elli parça değerli obje bulmuştu. Bu parçalara ulaşamak için antik kente çok fazla zarar verdiği sonradan farkedildi ama iş işten geçmişti artık.

Çanakkale Boğazının girişindeki tepenin üstünde inşa edilen Troya, Kazdağları'nın (İda) rüzgarına açıktı ve zenginliğinin de bu rüzgarla geldiği söyleniyordu. Limana sığınan gemiler denize açılmak için günlerce rüzgarın dinmesini beklerken, şehre hareketlilik getiriyor, ekonomisine katkı sağlıyorlardı.

Kazdağları'ndan esen rüzgarlar, Edremit Körfezi'nden geçerek yine Hisarlık tepesindeki Troya'yı serinletiyor. Bu gün 3000 sene öncesinin yuvarlak karınlı gemileri yok ama dünyanın her yerinden gelen, geçmişe meraklı insanlar bu rüzgarla serinleyerek geziyor geçmişin görkemini. Ve, Ege'li gezgin ozan Homerosa ve Sakız Adasındaki okulun öğrencileri olan torunlarına dillendirdikleri bu destanları için minnet borçlular.

Yazı:Bilsen GÜRER
bilsengurer@gmail.com

27 Temmuz 2009 Pazartesi

GALATA OSMANLI BANKASI BİNASI

Galata!.. Tarihi oldukça eskilere dayanan bir İstanbul bölgesi. Pera'yla birlikte, " Avrupa'daki pek çok şehrin salaş bir benzeri " olarak da nitelendirilen bölge, hiç bir zaman önemini yitirmeyeceğe benziyor.

Geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet devrelerine ışık tutmaları, şehirleşmedeki farklı yapılaşmaları, yaşadıkları görkemi ve hüznü dışa vuruşlarıyla bugün de yaşamımıza tat katıyorlar. Tarihçileri, mimarları, turizmcileri cezp ediyorlar. Her kesim, kendi içinde bir büyüyü yakalamak, geçmişi anlatabilmek için çaba harcıyor.

Pera, Galata meyhanelerine verilen şaraba ait üzümlerin yetiştirildiği bağlık bir bölgeydi öncelerde. Ama 18. yüzyıl başlarında sefarathanelerin açılmaya başlanması, levantenlerin bir bir yerleşmeleri ile kurulan Cadde-i Kebir çevresinde bir sanat-kültür ve debdebe bölgesi olarak kuruldu ve bugüne geldi. Galata ise hep alışılageldiği gibi bir finans merkezi odaklı gelişmeye devam etti. Dünya borsalarında Paris ve Londra'dan sonra 3. sırada yer aldığı zamanları oldu. Bu sıralarda Osmanlı İmparatorluğu çoktandır inişe geçmiş, dünyadaki güç odakları değişmeye başlamıştı. Almanya kurulmuş ve güçlenmişti. ABD büyük devletler sıralamasına girmeye çalışıyordu. İngiltere ve Fransa odaklı batı dünyası Osmanlı İmparatorluğu ile ilgileniyor, imparatorluk Rusya ile sıkı ittifaklar yapıyordu. 1854 yılında patlak veren Kırım Harbi, Osmanlı'yı ilk dış borçlanmaya götürüyor ve hepsi gayrimüslim olan Galata bankerlerinin eline düşürüyordu. Osmanlı içten içe çökmeye başlamış ve batının böl-parçala siyasetinin ilk sıralamasına girmişti.

1856 yılında İngiltere kraliçesi Viktorya'nın fermanıyla İstanbul'da Bank-ı Osmani (Ottoman Bank) kuruldu. Osmanlı Bankası şubesi adıyla bugünkü Bankalar caddesinin paralelinde bulunan Sen Piyer Han'da açılarak daha sonra yurt çapında yavaş yavaş yayılmaya başladı. İngiliz müdürü, İngiltere'ye yazdığı bir mektupla burda bir yer alınarak kendilerine ait bir bina yapılmasını istedi. Daha önce Yahudi Banker Kamondo'nun yabancıların mülk alması için aldığı özel izin dolayısıyla, Londra'daki banka da, Galata' da uygun arsa bularak birkaç parsel birden satın aldı ve bugünkü ikiz sistemli binanın inşasına başlandı.

Londra'dan getirilen tamamen çelikten yapılma ve bugün bile uzmanları şaşırtan bir kilit düzenine sahip olan 3 katlı 4 kapılı kasa kurularak bina bu kasa dairesi üzerine inşa edilmeye başlandı. Kasa dairesi 1 cm kalınlığında sactan yapılmış sac mekanın dışında 3 katmandan oluşan duvarlar 110 ve 70 cm kalınlığında beton profillerle desteklenmiş tuğlalarla örülmüş ve statik hesapları bu duvarlar üzerine kurulmuştu. Kasanın aydınlatılmasında kullanılan 2 meşalenin dumanlarının çıkması için kurulan havalandırma tertibatı, Scoot imzasını taşıyan gerçek kasadaki anahtar deliklerinin gizleniş şekli itinalı mükemmel çalışmaya verilecek örneklerdendir.

Mimar Alexandre Valluari binanın Pera'ya bakan yüzünde neoklasik, müslümanların hakim olduğu Haliç ve Topkapı'ya bakan yüzünde neo-oryantal tarzı kullanarak farklı kültürler arasında bağlantılar kurmayı amaçladı. Binanın ön cephesinde bulunan iki kitabenin Latince olanı dostluğu anlatmaktaydı, Arapça olanında ise para kazanmanın önemi vurgulanıyordu.Osmanlı Bankası binası 1892 de bitirilmiş ve Sen Piyer Handaki merkez şubeden 13 ton ağırlığındaki altın rezervi yeni binaya taşınmıştı.

Banka, 1863 yılında devlet bankası statüsüne alınarak resmileştirilirken yabancı sermayenin sadece İngiltere'ye ait olmaması düşüncesiyle Fransız ortaklığı da sağlanarak o günün Merkez Bankası işlevini üstlendi. Amblemindeki zeytin ağacı, dostluğu ve Akdeniz kökenliliğini temsil ediyordu. Ağaçın altında ki 3 diş İngiltere-Fransa ve Osmanlı katılımının simgeleriydi.

Osmanlı Bankasının ilk çalışanları gayrimüslimlerden daha sonra da Osmanlı'nın eğitimli kesiminden oluşuyordu. Üst düzey yöneticiler İstanbul'un burjuvazisini oluşturuyordu. Pera'daki Avrupai yaşamın öncülüğünü yapıyorlar, Galata bankerlerinden ve levanten ailelerden oluşmuş bir kesimle İstanbul'da küçük Avrupa'yı hayata geçiriyorlardı. Daima çok yakınlarında saraydan bir sınıf bulunuyordu. Banka Müdürü Galata'daki görkemli ikametgahında salı günleri muhteşem toplantılar düzenliyordu. Bu kesim, giyimleriyle modayı belirliyor, imparatorluğun merkezinde bilinmeyen yeni akımlar ve yeni yaşam şekillerine öncülük ediyorlardı.

Devrin padişahı Sultan Reşat 200 Osmanlı altını ile banka ortakları arasındaydı. Kasa dairesi devrin 20 kuruşundan (mecidiye) aldığı isimle anılıyordu. Banka o günün koşullarına göre mükemmel bir sistem içinde çalışıyordu. Personel alımında ciddi kontroller yapılıyor, haklarında oluşan özlük bilgileri, boydan çekilmiş bir resimle dosyalanıyor, arşivleme konusu bugün hayret edilecek bir titizlikle yapılıyordu. Günümüzde müze olarak kullanılan bankanın çalışanlarına ait personel servisi dosyaları, devir hakkında günlük yaşamdan siyasi gelişmelere varana kadar net bilgiler verebilecek bir arşiv niteliğindedir.

Galata Voyvoda Caddesinde (Bankalar caddesi) müzeye dönüştürülerek halka açılan Osmanlı Bankası binası içinde hala çalışan küçük bir şube bulunmaktadır. Garanti Bankasına devredilen bina içindeki müze ve cep sineması ziyaretçilerini bekliyor. Bankacılık hizmeti yanında, yaklaşık 200 yıl öncesinden başlayan bir devrin hikayesini reel görüntülerle anlatabilmek ve benim gibi meraklısına konu hakkında uzun uzun yazma imkanı yaratmak için.

Yazı : Bilsen GÜRER
bgurer@gmail.com

OSMANLI BANKASI VE İSTANBUL EMNİYET SANDIĞI


Osmanlı Bankası ve Galata'nın yazılabilecek çok fazla hikayesi vardır. Galata, İstanbul'un en eski yerleşim birimlerinden ve çok merkezi, ayrıcalıklı bir semt. Anlatılacak çok hikayesi olması normal tabi.

Banka ise; benim gibi uzun yıllarını bu mesleğe vermiş birisi olarak bu konuda da söyleyecek epey bir lafınızın bulunması anlamına geliyor. Yeter ki (her ne kadar atalarımız eskiye merak olsaydı bit pazarına nur yağardı demiş olsalar da) geçmişe meraklı insanlar bu sayfayı okumaya çalışsınlar. Neler yazılır neler.

Osmanlı Bankası'nın Bankalar Caddesi'ndeki kuruluşu genelde çok fazla bilinen bir hikaye. Devre damgasını vurmuş bir kurum Osmanlı Bankası. Özellikle de Osmanlı Bankası baskını bir hayli gürültülü bir olay. Ermeni Taşnak örgütü, Sason ve Zeytin kargaşalarından sonra Fransa, İngiltere ve Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki baskısından da faydalanarak daha büyük problemler de yaratabileceği düşüncesiyle bu defa doğrudan sermayeyi hedef alır. Bunun için de meşhur Osmanlı Bankası baskınını gerçekleştirirler.

Osmanlı Bankası çok uluslu bir kuruluştu. Batılı devletler kolaylıkla müdahale edebileceklerdi. 1896 yılında çok sayıda silah ve bombalarla bankayı bastılar. 150 den fazla kişiyi rehin alarak isteklerini belirttiler. Osmanlı askerleri ile çatışmaya girildi ve çok sayıda insan hayatını kaybetti. Sultan Abdülhamit batılı devletlerin baskısı sonunda banka müdürünün yatıyla baskıncıların bir Fransız gemisine binerek gitmelerine izin verdi ve müfettiş tayin ettirerek soruşturma başlattı. İngiltere, Fransa ve Rusya'yı daha fazla müdahale etmemeleri konusunda uyardı. Suikast başarılı olsaydı İstanbul'un bazı kilit noktaları havaya uçurulacaktı.Osmanlı Bankası da bu kilit noktalardan biriydi.

Ben, Galata'daki eski Osmanlı Bankası şimdiki garanti bankası binasındaki Osmanlı Bankası Müze'sini büyülenmiş bir ruh hali içinde gezdim. Orda, günümüzün yaklaşık 150 yıl öncesinin belgeleri ve havası yanında hayatımın 30/31 sene öncesini de yaşadım. Sultan Abdülaziz ve II.Abdülhamit'in sadrazamı, Jön Türk Mithat Paşa'nın 1863'te kurduğu, bugünkü Ziraat Bankası'nın temellerini oluşturanMemleket-i Menafi Sandıklarının hikayesi ile örtüşüyordu gördüklerim. Belki de ben hayalimde ikisini birleştirdim, o havayı teneffüs ettim.

1970'li yılların ortalarında , bir gün Sultanhamam'da yürürken önünden geçtiğim bir banka şubesi, mimarisi ve yarattığı görünümüyle dikkatimi çekti. İçeri girdim. Şubeyi çok beğendiğimi ve böyle bir mekanda çalışmak istediğimi söyledim. Çok normal bir durum değildi ama yadırgamadılar ve beni Cağaloğlu'nda bulunan merkezlerine yönlendirdiler. Valiliğin biraz yukarısındaki Milli Eğitim Binasıyla bitişik, Yerebatan Sarnıcı Caddesinin Cağaloğlu tarafında bulunan çift mermer merdivenli girişli, şimdi Ziraat Bankası'nın kullanımında olan binaya.

Niş, Bağdat ve Tuna Valilikleri sırasında çalışkanlığı, yaratıcılığı ve ilericiliği ile gündeme gelen Mithat Paşa, yerel odaklı çözümler üretiyor , hayata geçirerek başarılı oluyordu. İmparatorluk yoksuldu ve yayılmış olduğu alanın büyüklüğü ve devrin bunalımı dolayısıyla kontrolsüzdü. Verginin toplanması ve kullanılması gittikçe olanaksız hale geliyordu. Memleket 3 kıtaya yayılmıştı ama bir kargaşa içindeydi. Büyük toprak parçaları kaybediliyordu. Ekonomi sıfırlanmıştı. Aynı anda birkaç cephede birden savaşılıyor, üretimsiz bir anayurt ve eyaletler topluluğu yokluğun pençesinde kıvranıyordu. Müslüman ahalinin erkekleri cepheye gidiyor ve dönmüyorlardı. Yanık türkülere konu olan "redif" (15 yaşındaki çocuk asker) taburları düşmana karşı sürülmeye başlanmıştı. İşte böyle bir ortamda Mithat Paşa (günümüzde de acilen yapılması gereken) çözümler üretiyor ve uyguluyordu.

İmparatorluğun merkezinden hiçbir talepte bulunmuyor, vali olarak atandığı bölgelerdeki atıl varlığı ve istihdamı harekete geçiriyordu. Yollar, köprüler sulama kanalları yaptırıyordu. Bayındırlık, asayiş, eğitim ve ticarette büyük başarılar sağlıyor, posta idaresleri kurduruyor, üreticinin bir araya gelerek yardımlaşabileceği sandıklarla finansman yaratarak o bölgenin kendi kaynaklarıyla üretime geçmesini sağlıyordu. Sultan Abdülaziz Avrupa gezisi dönüşünde Tuna'ya uğramış, Vali Mithat Paşa'nın sağladığı imar ve şehirleşme karşısında şaşırmış ve Avrupa'nın hangi şehrine geldik diye sormuştu.

Fakat Mithat Paşa ile II.Abdülhamit arasındaki müthiş mücadele bitmiyordu. Verilen görevden geri alınıyor, alternatifsiz kişiliğiyle tekrar aynı göreve iade ediliyordu. Sultan Abdülaziz'de, II.Abdülhamit'de ne onsuz olabiliyor nede onunla kalabiliyorlardı. Niş, Bağdat, Tuna, Edirne, Selanik, İzmir, Erzurum valilikleri de iki devlet yöneticisinin arasındaki çekişmeden ve bu Jön Türk paşasının vazgeçilemez özelliklerinden kaynaklanıyordu. Taki Tayif zindanlarında, hala tartışma konusu olan ölümüne kadar..

Bulgaristan ihtilali sırasında Rusya tarafından ihtilali engelliyebileceği düşünülerek saray vasıtası ile İstanbul'a getirtilen Mithat Paşa, Cumhuriyetin ilk yıllarında birçok Türk filmine ve romanına da konu yaratacak olan, tarımda finansman yaratmak amaçlı İstanbul Emniyet Sandığını kurmuş ve yazımızda anlatılan binada hayata geçirmişti. (1868) Kurulan bu yardımlaşma sandıkları, üreticiye ikrazat yaparak (borç vererek) tarımı sübvanse ediyor ve hayat standardının yükselmesini sağlıyordu. Çok başarılı olmasalar da biraz değişerek devam ettiler ve 1975 yılında bir Cumhuriyet devri apartmanın giriş katındaki Moda Şubesinde ben de kadrolarına dahil oldum. 1983 yılı sonunda Ziraat Bankasına devrolunana kadar belki de Osmanlı Bankası ile birlikte Türkiye'de gerçek bankacılığı sessiz sedasız yaptılar.

Ben Osmanlı Bankası arşivinde biraz onu gördüm. Gerçek bankacılık diyorum. Çünkü ciddi anlamda para satışı yapıyordu.İşlemler on-line bağlantısız olarak merkezde bilgisayar ortamında kayıt altına alınıyordu. Bizde bankacılıkta, bilgisayar, faks, teleks 1980 li yılların ortalarında kullanılmaya başlandı. Halbuki 1975 yılından çok öncesinde Emniyet Sandığı'nda Bilgi-işlem merkezi vardı. Cağaloğlu'ndaki Merkez Binanın girişinde sağda, boydan boya camlı bir bölme ile kapatılmış olan birimde kocaman kocaman makineler ve genç ekibiyle Abdullah Bey o zaman İstanbul'un göbeğinde sesiz sedasız modern bankacılık yapıyorlardı. Türkiye'nin neresinde olursa olsun Emniyet Sandığı'nın herhangi bir şubesinde açılan bir hesap, sahibinin adı, doğum tarihi, mesleği ,baba adı, cinsiyeti ile şifrelendirilerek bilgi işlem merkezine bildiriliyor, hesap üzerindeki her hareket merkezde kayıt altına alınarak sene sonu veya vade sonlarında merkezden hesaplanan faizlerle takip ediliyordu. Şubeler, yangın sel, deprem vb. afetlerle yok olsalar bile merkez kayıtlarıyla müşteri mağduriyeti önleniyor ve memleketin en eski bankasında en modern bankacılık icra ediliyordu.
İstanbul Emniyet Sandığı gayrimenkul ipoteği koyarak halka düşük faizli borçlandırma yapıyordu. Moda Caddesi üzerinde ortalama 40.000 Liraya satılan kaloriferli, lüks dairelerden birinin 25.000 lirasını, 2 sene vade ile borçlanarak Emniyet Sandığı'ndan alabiliyordunuz. Alınan paranın nereye harcandığı kontrol edilmiyor, sadece bir gayrimenkul ipoteğiyle risk önlenmiş oluyordu. Merkez Şubede her gün, Kadıköy Şubesinde haftada bir gün uzman altın eksperleri marifetiyle altın ve gümüş karşılığı da ikrazat yapılıyordu. Rehin alınan mücevherler, kıymetli küçük objeler mühürlenip bankanın çelik kasalarında koruma altına alınıyordu. Henüz yastık altı birikimin fazla olduğu günlerdi. Sırf saklama güvencesiyle bu ikrazat (borçlandırma) yaptırılıyor, alınan kredi ertesi gün ödenerek faiz işlemesi önleniyor çok küçük bir tutar borç bırakılarak ziynetlerin saklanması sağlanmış oluyordu.

Memuriyete başladığım ilk gün bankoya oturur oturmaz karşıma gelen, müşterilerin hiçbir zaman göremeyeceği 3 küçük tabelayı aktarmadan edemeyeceğim.
*Müşteri daima haklıdır
*Gülümse daima gülümse
* ?
Aktarmak isteyip de hatırlayamadığım 3. tabela için affınıza sığınıyorum. Yaşlılığıma verin lütfen ! Fakat, müşteri memnuniyetinin hedef alındığı bunlara benzer bir cümleyi içeriyordu. Hizmet sektöründeki iş anlayışımda hep uygulamaya çalıştım ben bunları. Aradan uzun yıllar geçti. Çalışma hayatına ilişkin anlayışlar çağa uygun değişiklikler gösterdi. Şimdi afaki kalıp, uygulamaya girmese de, bireyin işindeki mutluluğu önemseniyor (yanlış anlaşılmasın bizdeki çalışma hayatı değil) ve işine yansıyacağı kabul ediliyor. İşte bu anlayış o kurumda mevcuttu. Bunu bir şekilde yakalamışlar ve yerleştirmişlerdi. Emniyet Sandığı'ndaki iş anlayışı çalışan bireyin esareti üzerine kurulmamıştı. Belki bugün garipseyeceksiniz ama en alttaki bir çalışan ,devlet memuru olmasına rağmen, çok kolay bir şekilde Personel Müdürü ile görüşebiliyordu. Düşününce bulamadığım bir iş saygısı ile kurulu bir öz disiplindi. Bu büyük hazım olayı, adını koymadıkları ama bir ekip çalışması, takım ruhu olduğuna bu gün yüzde yüz inandığım o çalışma ortamı, büyüsünü geçmişinden almış, o güne taşımıştı. Seneler sonrasında bu kadar özlemle anlatabilme mutluluğunu yaşamak da güzelmiş. Televizyonun olmadığı, radyonun kültüre büyük ölçüde katkıda bulunduğu yıllardı benim Emniyet Sandığı'na başlama tarihim.

Haftanın belirli günlerinde akşam geç saatlerde TRT ile İstanbul Emniyet Sandığı'nın ortaklaşa yaptıkları Radyo Kültür yayınlarından da tanıyordum bankayı. Daha sonra Kadıköy Şubesinde çalışmaya başladığımda şubenin arşivinde bulduğum eski Kültür yayınları sayılarından alıp kitaplığımda biriktirdim. Ama ne yazık ki bugün onlardan bir tane bile mevcut değil. Ne olduklarını bilmiyorum. Kitaplar gitmiş ama hatıralar aynı tazeliğiyle biraz hüzünlü duruyorlar.

Evet, aynı zamanda aynı İmparatorluk sınırları içinde bankacılık yapmış iki kurumdu İstanbul Emniyet Sandığı ve Osmanlı Bankası. Farklı şekillerde, farklı amaçlarla kurulmuş olsalar da, sonları da birbirine benzedi. Ayrı ayrı zamanlarda başka bankalara devredilerek kapatıldılar. Binalarındaki duvarların dili yok, konuşup anlatamıyorlar. Ama tarih onları yazıyor. Birisinin küçük müzesinde olabildiğince büyük bir geçmiş çok güzel bir şekilde gösterime sunulmuş. Diğeri mi ? Benim gibi pek çok insan orda yaşadığı tatlı hatıraları yad ediyor hala. Dinleyeni ve okuyanı olursa anlatmaya hazır bir şekilde.

Yazı : Bilsen GÜRER
bgurer@gmail.com

AYVALIK

1770 Yılında Osmanlı donanması Çeşme önlerinde Rus Donanması tarafından yakılarak yenilgiye uğratılınca, donanmada bulunan Cezayirli Kaptan Hasan Paşa, birkaç arkadaşı ile kaçarak Ayvalık'a kadar gelmeyi başarır.

O sırada Ayvalık Papazı İkonomos, bugünkü Marinanın yerinde yükselen çiftlik kulesinde dinlenmektedir. Yorgun ve yaralı Osmanlı denizcilerini kabul eder. Daha sonra da yanlarına 50 kadar silahlı adam katıp, İzmir üzerinden Çanakkale'ye geçmelerini ve İstanbul yönetimine savaşla ilgili bilgi vermelerini sağlar..Sonrasında da Rus donanması yenilerek Limni adası kuşatması kaldırılır ve Cezayirli Kaptan-ı Deryalığa getirilir.

Fakat Ayvalık'la ilgili asıl önemli olay 1789 da gerçekleşir. Bu tarihte III.Selim, Cezayirli Kaptan Hasan Paşa'yı Sadrazamlığa getirir. Rahip İkonomos'da devrin başbakanı olan eski dostu ziyaret için bir İstanbul yolculuğuna çıkar.. Ve yolculuk sonrasında Ayvalık'ı otonom bölge ilan eden bir ayrıcalıklar fermanı ile döner.

O yıllarda Ayvalık, ağırlıklı olarak Rumların yaşadığı bir kenttir. İmparatorluğun Rumlara müthiş imkanlar tanıdığı fermandan bazı maddeler sıralandığında sunulan imtiyazların şaşırtıcılığı daha net olarak görülecektir. Ayvalık'ta yaşayan Müslüman nüfus çevre illere yerleştirilerek, sadece rum nüfus kalacak, Ayvalık her sene İmparatorluğa 48.000 kuruş ödeyecek, yönetici Türk olacak ama Ayvalık ahalisince seçilip azledilecek, Kadı Türk olacak ve maaşı Ayvalık'lılarca karşılanacak gibi inanılmaz ayrıcalıklar vardır fermanda. Ayvalık'lılar imparatorluğa toprak vergisi vermeyecekler sadece her zeytin ağacı için 2 akçe ödeyeceklerdi.

17.yy sonları 18.yy başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları içinde kurulan bir otonom kent ile adeta küçük Yunanistan'ın temelleri atılmış oluyordu. Tarihçiler bu otonom kent bilgilerini tam olarak teyit etmemektedirler ama Topkapı Sarayı'nda mevcut olan bir ilamda Ayvalıklı Rumların iyilikleri anlatılarak kendilerinden övgüyle bahsedilmektedir.

O yıllarda Ayvalık büyük bir zenginlik içinde müreffeh bir kent olarak zeytinyağı, sabun, balıkçılık ve şarapta, hatta tuzda inanılmaz rakamlarla üretim yapıyordu. Yılda ortalama bir milyon okka yağ üretiliyor, dışarıdan gelen buğday buradaki un değirmenlerinde işleniyordu. Kentin imarında hakim olan rum mimarisi günlük hayata da yansıyor, Osmanlı İmparatorluğunun Ege'nin kıyısındaki bu küçük kasabası ihtişamlı hayatların, hırslı siyasetlerin vazgeçilmez merkezi durumunda ayrıcalıklı bir kent olarak yaşamını sürdürüyordu. Ana vatanı Anadolu olan ve ortalama 1000 yıl yaşayan zeytin ağacı Ayvalık ile bütünleşmişti. O yıllarda Ayvalık ve Cunda'da yüze yakın zeytinyağı mengenesi bulunduğu söylenmektedir. Ayrıca, hristiyan toplum kentin bağcılığa elverişli topraklarında ( bugün olmayan) şarapçılıkta da önemli mesafeler kaydetmişlerdi.

Günümüzde bir açık müze şehir halinde bulunan Ayvalık, mübadele ile yaşanan acıyı ve hüznü, farklı bir kültürün eseri olan kendisine özgü yapılaşmayı ve şehirleşmeyi olduğu gibi sunabilme başarısını yakalamış bulunmaktadır. Ayvalıklıların deyimiyle gavur evlerinden, dar sokaklarından, körfeze serpiştirilmiş adacıklarından, göz alabildiğine uzanan zeytin denizi ile turkuvaz suların koynundaki güzelliklerden kim etkilenemez?

Rumlardan kalan özgün dokunun kendisine ait özelliklerini şöyle sıralayabiliriz; Kapılar içerlek olup doğrudan sokağa açılmakta ve 2/3 basamakla çıkılmaktadır. Genelde pembe renkli uzun ömürlü kolay işlenebilen Sarımsak taşı kullanılmıştır. Kapı ve pencere sövelerinde mutlaka sarımsak taşı veya ateş tuğlasıyla belirlenmiş kemerler vardır. Pencere ve balkon söveleri altlarında da taş nişler mevcuttur. Evler 2/3 katlıdır. İçeride banyo, tuvalet ve mutfak öğeleri önemsizdir. Tuvalet genelde bahçe içinde ayrı tutulmuştur. Dış kapıdan girişte küçük bir sahanlık konularak tahta merdivenlerle çıkılan katlarda bulunan bir holün çevresine odalar sıralanmıştır. Demir işçiliğine önem verilmiş, balkonlarda, pencerelerde ve dış kapılarda özenli demir motifleri Ayvalık'a özgü şekillerle hemen her konutta tekrarlanmıştır. Aslan veya kadın başı, kadın eli , çiçek v.b. motiflerin kullanıldığı kapı tokmakları öne çıkmaktadır. Günümüz Ayvalık'ında incelenmesi ve korunması gereken özel tokmaklar Ayvalık Turizm Lisesi öğrencilerince de araştırılarak küçük bir katalog haline getirilmişlerdir. Hemen her dönemde belirgin bir su sıkıntısı çeken Ayvalık ahalisi yarattığı mimari şekil içinde bu olayı çözmüş, evin temelinden önce açılan sarnıçlar üzerine mevcut binaları inşa etmişlerdir. Hemen her evin içinde, genelde bütün zemini kaplayacak büyüklükte küp şeklinde birer sarnıç mevcuttur. Sarnıçlara açılan giriş ve tahliye boruları ile yağmur mevsimlerinde çatıdan akan sularla sarnıçlar doldurulmakta, yazın bu sarnıçlar evin buzdolabı görevini üstlenmekte aynı zamanda toplanan sularla ihtiyaçları da karşılanmaktadır. Sonbahardaki ilk yağmurlarda kuyunun içindeki tahliye borusu dışarıda tutularak çatılardaki toz ve kirin dışarı akması sağlandıktan sonra tahliye borusu kuyunun içine alınıp temizlenmiş çatıdaki yağmur suyu ile evin içindeki sarnıçta su tutulmaya başlanmaktadır. Ayvalık evlerinin yaklaşık 50-60 cm kalınlığındaki taş duvarlar ve zeminlerindeki su dolu sarnıçlarla yazın serin kışın sıcak tutulmaları da mimarisine ait özeliliklerdendir.

Ayvalık'da da, Cunda'da bütün sokaklar hava akımı sağlanması amacıyla denize dik olarak konumlandırılmışlardır. Ayrıca, en zengin oksijene sahip Altınoluk bölgesi üzerindeki İda Dağlarından gelen bir oksijen koridoru da Ayvalık üzerinden akmaktadır. Zeytin ağacının yapraklarından emilerek sağlanan nem oranının azlığı da Ayvalığı astım hastalarının vazgeçilemez mekanı haline getirmiştir.

Ayvalık sokaklarında gezerken merak ve hüzün hemen yanı başınızda size yarenlik edecektir. Biraz terkedilmişliğin hüznü, biraz yaşanan görkemin izleriyle gelen merak iç içe geçmiş, Arnavut taşlı dar sokaklara, küçük adacıklara, görebileceğiniz her yere sinmiş, gelenleri içine aldığı bir çekim alanı yaratmış. Ondan dolayıdır ki, Ayvalık'a bir giden bir daha gidiyor. Ayvalık'ı bir yazan bir daha yazmak istiyor. Hikayesi bitmiyor. Bir sonraki yazıda da yine Ayvalık'ı okuyabilirsiniz. Şaşırmayın.

Yazı : Bilsen GÜRER
bgurer@gmail.com

ALMAN ÇEŞMESİ

ALMAN ÇEŞMESİ

Alman Birliği 1871 yılında kuruldu. 1888 yılında imparator olan II.Wilhelm, İstanbul'a üç defa geldi. Çeşme, imparatorun ikinci gelişininin anısına, II.Abdülhamit ve İstanbul'lulara hediye amacıyla yapılmıştır.

1888 Yılında, Almanya'nın başına geçen İmparator II.Wilhelm'in 1909 yılına kadar Osmanlı'yı yöneten II.Abdülhamit'le sıkı bir dostluğu vardı. İmparator saltanatı süresince, üç defa İstanbul'a gezi düzenlemişti. 1917 yılında gerçekleşen üçüncü ziyareti sırasında, II.Abdülhamit tahttan indirilmiş, sürgün edildiği Selanik'tek Alaaddini Sarayı'ndan Beylerbeyi Sarayı'na geri getirilmişti. II.Wilhelm, Enver Paşa'yı Beylerbeyi'ne göndertmiş ve sabık padişahın hatırını sordurtup, iyi haberlerini aldırtmıştı.

ALMAN ÇEŞMESİ İKİNCİ ZİYARETİN ANISINA YAPILIYOR

II. Wilhelm ve İmparatoriçe Augusta Victoria, 1898 yılında meşhur doğu seyahatlerini gerçekleştirdiler. Bu çerçeve içinde ikinci kez, İstanbul'a misafir oldular. Onlar için alel acele hazırlanan Şale Köşkü'nde konuk edildiler. Görkemli bir ziyaretti. İmparator, imparatoriçe ve beraberindeki heyet, imparatorun özel yatı Hohenzoller ile Dolmabahçe Rıhtımından saraya indiler. Üç gün sonra da, Anadolu Demiryolu Şirketinin emirlerine tahsis ettiği özel bir vagonla, Anadolu'dan geçerek ünlü doğu ziyaretlerine başladılar. İmparator, padişahın payitahtında büyük bir heyecanla karşılanıyordu. Tabi bu görkemli karşılamanın muhatabı da aynı heyecanla karşılık veriyordu. Almanya, sanayide önemli gelişmeler kaydetmiş, dışa açılma isteğiyle yeni politiklar geliştirmeye başlamıştı.Osmanlı İmparatorluğu bu politikaları uygulayabileceği harika bir pazar teşkil ediyordu. İhtiyacı olan hammaddeyi, geniş ve verimli topraklardan elde edecek, demiryolu ile ülkesine taşıyarak güçlü sanayisini daha da güçlendirecekti. Osmanlı İmparatorluğu'na yaptığı silah satışı, demiryolu imtiyazları ve Konya ile Adana Ovalarının sulanarak tahıl ve pamuk üretiminden elde edeceği gelirin pahası biçilemezdi. Bu yüzden Osmanlı payitahtına üç ayrı ziyarette bulundu.

İkinci İstanbul gezisinin anısını yaşatması amacıyla da bu çeşme imparator adına Alman Hükümeti tarafından yaptırıldı. Şekli, imparatorun çizdiği bir desenden alındı. Planlar, kayzerin özel danışmanı Mimmar Spitta tarafından çizildi. Yapımı, Mimar Scholel üstlendi, iki mimar daha ona yardım ettiler. Almanya'da yapıldı. Prefabrikti. Gemiyle taşınıp burada monte edildi.

Alman hükümeti önce hipodrom alanını düzenleyip ağaçlandırdı, sonra çeşme, yüksekçe bir taban üzerine monte edilmeye başlandı. Çeşmenin yapımına ziyaretten bir sene sonra yani 1889 yılında başlanılmıştı. 1 Eylül 1900’de, Sultan II. Abdülhamid’in 25. cülus törenine yetiştirilmesi planlanıyordu. Bilindiği gibi, II.Abdülhamit, padişahlığının 25.yılı kutlamalarını çok önemsemiş ve anısına bir çok kentte görkemli saat kuleleri inşa ettirtmişti. İmparator da bu kutlamaya katkıda bulunmak istiyordu ama olmadı. Yetiştirilemedi. Ancak 27 Ocak 1901 yılında görkemli bir törenle açılışı yapılabildi. Bu tarih te önemliydi. 27 Ocak tarihi, kayzerin doğum günüydü.

Çeşme, alışkın olduğumuz çeşme formatından farklıdır. Sekizgen bir yapıdır. Yükseltilmiş bir zemin üzerine kurulmuş, su haziresine bir kaç basamaktan oluşan tek merdivenle çıkış konulmuştur. Kubbe, sekiz sütunla tutulmaktadır. Sütunların üzerinde ve kubbenin içinde bulunan madalyonlarda II. Abdülhamit'in tuğrası yeşil zeminli olarak işlenmiştir. Kayzer de Prusya mavisi rengindeki madalyonun içine işlenen büyük W harfinin altına konmuş Roma rakkamı II ile tasvir edilmiştir. Görkemli kubbenin iç kısmı altın yaldızlı mozaiklerle tezyin edilmiştir. Basamaklardan çıkıldığında, su haziresinin üzerindeki tunç levhada latin harfleriyle Almanca olarak şu yazı bulunmaktadır;"Alman Kaiser’i Wilhelm II, 1898 yılı sonbaharında Osmanlıların hükümdarı haşmetlü Abdülhamid II nezdinde ziyaretinin şükran hatırası olarak bu çeşmeyi yaptırdı.” Yine Osmanlıca yazılı kitabede, Seraskerlik Dairesi’nden, aynı zamanda edebiyatçı olan Ahmet Muhtar Paşa’nın beyiti, sülüs yazıyla İzzet Efendi tarafından yazılmıştır. Daha uzun bir manzumla, hemen hemen aynı şey anlatılmaya çalışılmıştır.

Alman imparatoru ile Osmanlı padişahı birbirlerine saysız değerli hediyeler vermişler, uzun iltifatlarda bulunmuşlardır. İmparator ve İmparatoriçenin Hereke ziyaretleri de bu seyahat sırasında gerçekleşmiştir. Kadıköy Altıyol’daki boğa heykeli de yine bu imparator tarafından hediye olarak getirilmiş ve Yıldız Sarayı bahçesine konulmuştur. Daha sonra muhtelif yerlerde kullanıldıktan sonra, en son olarak Altıyol’a getirilip burada kalmıştır. Ama kuşkusuz bu hediyelerin en ilginci, kaysere takdim edilen bir piyano olmuştur. Kastamonu'da,Taşköprülüoğlu Mehmet Usta, İtalyan bir yol mühendisinin evinde bir konsollu piyano görür ve eşkalini ahşaptan inşa eder. Hemen hemen aynı tınıyı vermeyi de başarır. Dönemin valisi de bu piyanoyu satın alıp hediye olarak Abdülhamit’e gönderir. Bilindiği gibi Abdülhamit aynı zamanda da usta bir marangozdur. Mehmet Usta’yı saraya aldırtır. Burada bir tane daha yaptırtır. İşte bu piyano, kayzere hediye edilir. Usta da hem padişahtan hem de kayzerden nişanlar ve iltifatlar alır.

II.Wilhelm ile II.Abdülhamit arasındaki dostluk, sayısız kitaba konu edildi.Çünkü bu can alıcı dostluğun içinden, ülkenin makus talihine yansıyan, uzun süreli savaşlar çıkmıştı. Padişah değişmiş ama ülkenin kaderi değişmemişti. İmparator, her ziyaretinden sonra, saraydan geniş imtiyazlar elde ederek ülkesine dönüyordu. Almanya, sanayileşek büyürken, Osmanlı, küçülerek yoksullaşıyor, dışa bağımlı bir hale geliyordu. Çok incelenmesi gereken bir devreydi, bu yüzden, gerçekleştirilen üç ziyaret dolayısıyla söz komusu hediyeler bir çok yazıya konu olabilecek kadar ilgiçtir.

Alman Çeşmesi, Sultanahmet'te Bizans'ın günlük hayatta çok önemli bir yeri olan Hipodrom'un açık ucuna yerleştirildi. Küçük, zarif bir yapı. Kolayca fark edebiliyorsunuz. Ama onu görmek yerine onu dikkatlice okumak gerekiyor. Bu küçük yapının içinde öyle önemli bilgiler var ki, toplum olarak onları bilmek zorundayız. Ve bu şirin yapıyı, tatlı bir cümleyle bitirelim. Osmanlı zamanında, bazı özel günlerde, çeşmenin büyük su haziresinden şerbet akıtılıyordu.

Yazı ve Fotoğraflar : Bilsen GÜRER
bgurer@gmail.com